Hazine Haritası
Nietzsche Ağladığında kitabını okurken, Nietzsche’nin dostluk tanımı üzerine sarf ettiği “İki insanın daha yüce bir hakikatin peşinde koşması” sözleri ile tekrar düşünme fırsatım oldu, insanın var olma sebebi ya da amacını. Belki varlık sebebi, insan olarak bizim konumuz olmayabilir ama amacımız ne olmalı buna daha çok odaklanmalıyız diye düşünüyorum hep. Bu amaçsal arayışıma sistematik olarak ilk defa lise çağlarımda düştüm. Düşündüm, sordum, sorguladım… Ve şöyle bir harita çıkarttım. Harita insanın zihnindeki bir çeşit hazine haritasıydı. Peki hazine neydi ki, hazine haritası çıktı. Hazine, aslında çok basitti. İnsanın mutlu olma isteği. Evet insan mutlu olmak istiyordu ama bu hazineye nasıl ulaşılabilirdi? Ormanda yol bulmak kadar karmaşık gibi görünüyordu, ama bulunca otobanda yol almak kadar da kolaydı.
Ama nasıl?
Yani insan hem kıt kaynakları sınırsızca tüketme isteği duyup, hem de sürekli bir mutluluğa nasıl ulaşabilirdi? Sonuçta her insanın aynı duygularla “kuru ekmek kavgasına” düştüğü dünyada, bu tür kaygılarını hangi düşünce yapısı ile kırabilirdi. Çünkü hep birlikte yaşadığımız yerkürede, sadece senin mutlu olman da yetmiyordu. Yani sen mutlu olurken, başkasının mutluluğunu azaltıyorsan bu sistem çökerdi. Çözüm için en iyi yol olarak “paylaşmayı” öneriyordum o yıllarda. Elindekini paylaşmayı, mutluluğu paylaşmayı. Hatta bunun da ötesine geçip, sadece elindekini paylaşması yetmeyecek, diğer insanları mutlu etmeyi amaç edinecekti insan. Mutluluk haritasının ilk evresi bu şekilde tamamlandı.
Eğer herkes birbirinin mutluluğu için çalışırsa, hem yenilenebilir bir sistem olacak hem kişinin kendisi hem de diğer insanlar bu mutluluğa ulaşacaktı. Hayatı, insanı, toplumu gözlemeye devam ettim ve ilk adımda gördüm ki bu denklemin çalışması için insanın iç dünyasında “sevgi”ye ulaşması, onu keşfetmesi gerekiyor yüreğinde. Karşındakini sevmesi, gerçekten sevgiyi hissetmesi…
Hani bir hikaye vardır. “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?” diye bir ermişe sorarlar O da, “Bakın göstereyim” der.
Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlar. Hepsi otururlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelir ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir de şart koyar. “Peki” derler ve içmeye teşebbüs ederler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremezler ağızlarına. En sonunda bakarlar beceremiyorlar, öylece aç kalkarlar sofradan.. Bunun üzerine “Şimdi…” der ermiş. “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelir oturur sofraya bu defa. “Buyrun” deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içerler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurur ve şükrederek kalkarlar sofradan. “İşte” der ermiş. “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman…”
İşte bu hikayede olduğu gibi mutlak mutluluğun anahtarı, sevgiyle paylaşmak önündeki çorbayı, ekmeği… Ama burada dikkatten kaçan bir husus var. Artık isteklerin farklılaştığı, kitlesel üretimden bireysel tercihlere uygun üretimin gerçekleştiği günümüzde ermişin dostuna uzattığı çorba, onun damak zevkine ne kadar uygun?
Belki de o çorba, onun için fazla tuzlu ya da acı? Sadece paylaşmak da yetmiyor artık, bireysel ve toplumsal mutluluğa ortak olarak ulaşmak için. Dolayısıyla buradan yola çıkarak hem hikayenin, hem de benim eskiden tanımladığım mutluluk haritasını güncellemenin zamanı geldiğini düşündüm, Nietzsche’nin satırlarını okurken.
Ama bu güncellenmiş hazine haritasına da bir sonraki yazımda yer vereceğim…