Bir Cumhuriyet Şarkısı: Sanatın Diplomatik Gücü

1934 yazı…

Gözler Ankara’da.

Eller, tarihî bir buluşma için birleşiyor.

Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir devlet adamı değil, aynı zamanda bir kültür elçisi olarak İran Şahı Rıza Pehlevi’yi ağırlıyor.

Ancak bu ziyaret, sıradan bir protokol buluşması değil; iki halkın yüreklerini birleştiren, sanatı bir köprü gibi kullanan tarihî bir an. Atatürk, dünyaya sanatın ne denli güçlü bir diplomatik araç olduğunu göstermek istiyor. Bu yüzden yalnızca misafirperverliğini sunmakla kalmıyor, bir kültürel miras da hediye ediyor: Ahmet Adnan Saygun’un 26 günde bestelediği ve Türk-İran kardeşliğini anlatan “Özsoy” operası.

İranlı büyük şair Firdevsî’nin ölümsüz eseri Şehnâme’den esinlenen “Feridun Efsanesi”, Münir Hayri Egeli tarafından sahneye uyarlanır. Saygun’un bu destansı anlatıya kattığı güçlü bestelerle hayat bulan Özsoy, yalnızca bir opera değil, aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin seslendirilen ilk operası olarak kültürel bir dönüm noktası olur.

19 Haziran 1934’te, adeta tarihin sahneye taşındığı büyülü bir Ankara akşamında, Halkevi’nde, bu büyük eser Atatürk ve Şah Pehlevi’nin gözleri önünde sahnelenir.

Feridun Efsanesine göre Hakan Feridun’un ikiz çocuğu olur, çocuklarının adlarını koyarken önce birine döner “Sen ey nur topu çocuk / Senin adın Tur olsun / Kutlu rengin mavi, esin ay / Yoldaşın kurt olsun” der.

Hakan daha sonda diğer çocuğa döner “Sen ey sevgili çocuk / Senin de adın Iraç olsun / Nurun yeşilden çıksın, güneş seninle parlasın / Yoldaşın arslan olsun” der ve ikisini de kucaklayarak “Ve her ikiniz de cesaretin, erliğin rengi olan al ile; paklığın rengi beyaza sarılın” der.

Özsoy, sadece iki milletin dostluğunu anlatan bir hikâye değil; aynı zamanda tarihten bugüne uzanan bir zaferin simgesi. Sahnedeki karakterler o gece birer sembole dönüşür: oyuncular Tur’un adı anıldığında Atatürk’ü, İraç’ın adı anıldığında Şah Pehlevi’yi işaret ederler.

İşte o an, salonda yankılanan bir Türk-İran dostluğunun melodisine dönüşür. Rıza Şah Pehlevi, Atatürk’e “Kardeşim!” diyerek sarıldığında, tarih bir kez daha sanatla el ele verir. Bu buluşma, sadece iki liderin değil, iki milletin kalplerinin birleştiği an olarak tarihe kazınır.

Ve sonra ne olur?

Pehlevi ve Atatürk arasındaki bu kucaklaşma, 1937’de imzalanan Sadabad Paktı’na da yansır.  Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasındaki bu anlaşma bölgesel iş birliğini güçlendirir.  

Almanya’da Hitler’in yükselişini ve İtalya’da Mussolini’nin izlediği saldırgan dış politikayı dikkatle izleyen Atatürk, İkinci Dünya Savaşı’nı ön gören bir lider, genç Cumhuriyeti büyük savaş tehlikesine karşı nasıl da korumaya alıyor!..

Ve şimdi Bir Cumhuriyet Şarkısı filmi, bu tarihî anın perdesini aralıyor. Sanatla diplomasinin iç içe geçtiği, umutların sahnede hayata karıştığı o büyülü süreci sinemanın gücüyle yeniden canlandırıyor. Film, Ankara Resim ve Heykel Müzesi gibi tarihî mekânlarda çekiliyor. Bu mekânlar, taşla harçtan öte; Cumhuriyet’in ilk yıllarının kültürel hafızasını taşıyan yapılar. Özellikle Türk Ocağı Sahnesi, 1934’te Özsoy operasının sahnelendiği yer olarak sanat tarihimize ışık tutuyor.

Eğer bu tarihî sahneyi henüz görmediyseniz, size bir önerim var: Türk Ocağı Sahnesi’ni mutlaka ziyaret edin. Hiç gittiniz mi oraya? Çünkü gitmediyseniz, eksiksiniz.

Ankara Resim ve Heykel Müzesi. Ama öyle sıradan bir müze değil. Cumhuriyet’in taşla harçla değil, inançla yoğrulmuş hafızası. İçinde Bir Cumhuriyet Şarkısı’na ev sahipliği yapan o sahne var…

Türk Ocağı Sahnesi.

Bugün o sahne hâlâ ayakta. Ama sadece taş değil, bir zaman makinesi adeta.

Adımını attığında hissediyorsun.

O loş ışıkta Atatürk’ün bakışlarını…

Rıza Pehlevi’nin alkışlarını…

Bir milletin “Ben varım” deyişini…

***

Hadi biraz daha yakın zamanlara dönelim…

2000’li yılların başında, Hıdırlıktepe’yi hatırlayın.

Dar sokakları, sıvası dökülmüş evleri, çamurlu yollarıyla Ankara’nın gölgede kalmış bir köşesi.

Ulus’a bir adım mesafede ama sanki şehrin göğsüne yaslanmış bir köy gibi. Yoksulluk, duvarların arkasında sessizce gizleniyor. Ama o dar sokaklarda yine de bir dayanışma, bir umut yeşermek için can atıyor. Komşulukla ayakta duran insanlar, her geçen gün biraz daha yoksullaşırken içlerinde tükenmeyen bir inanç taşıyorlar.

İşte o yıllarda bir gün, Hacettepe Üniversitesi Ekonomi Kulübü olarak biz gençler o mahalledeki çocuklarla tanışıp bir Gönüllü Eğitim Projesiyle çalışmalara başladık.

Her hafta sonu, Ankara Kalesi’nin eteklerinde, o ışıl ışıl gözleriyle bizi bekleyen çocuklarla buluştuk. Sadece ders çalışmakla kalmadık; sanatı, sporu, hayalleri paylaştık.

Onlar, Cumhuriyet’in “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesilleri olarak yetişiyorlardı. Bizse onlara yalnızca ufuk açan birer gönüllü öğretmen olduk. Ve çocuklarla birlikte hazırladığımız küçük bir tiyatro oyununu, Cumhuriyet’in simgesi Türk Ocağı Sahnesi’nde sergiledik.

Bu bizim için bir başarıydı. Ama asıl zafer, o çocukların gözlerinde parlayan ışıktı. İşte o an, Cumhuriyet’in meşalesinin hâlâ yanmakta olduğunu hissettik. Bu deneyimi Yaşama Sanatı Meş’ale kitabımda, o çocukların gözlerinden ve kalplerinden süzülerek anlattım.

Bugün, Bir Cumhuriyet Şarkısı filmiyle yeniden hayata dönen Türk Ocağı Sahnesi, geçmişin ve bugünün umutlarını buluşturan bir köprü gibi duruyor. O sahnede yankılanan her nota, her replik, Cumhuriyet’in aydınlık yarınlarına olan inancımızı pekiştiriyor.

Orası bir tiyatro sahnesi değil sadece.

Orası, Cumhuriyet’in yürek ritmi.

Mutlaka git.

Mutlaka gör.

O atmosferde bir otur.

Derin bir nefes al.

Çünkü bazı duygular sadece orada yaşanır.

Bazı tarihî anlar, sadece yerinde anlaşılır.

Ve bazı ışıklar…

Hiç sönmez.

Fikrini belirt, sesini duyur.